yirmibirhaziran

- pepuk!
- mepuk!
- ké kir? (kim yaptı?)
- min kir (ben yaptım)
- ké kuşt? (kim öldürdü?)
- min kuşt (ben öldürdüm)
- ké şuşt? (kim yıkadı?)
- min şuşt (ben yıkadım)
- ax ax ax (vah vah vah)

bir güneşli sokaktayız. sokakta şenlik.
büyük ağabey geliyor. welekor’da, babadan dededen kalma ne varsa satıp istanbul’dan yer tutmaya, elde avuçta ne varsa istanbul’a kurban etmeye geliyor.
7 çocuk ile hanımı yükleyip bir kamyona kardeşlerine geliyor, göçüyor. hep göçülür.

annem bize diyor evvelden “misafirimiz var.” bize kardeş geliyor.
filiz ve ülkü’nün hayal dünyasına iki yatak daha seriliyor. “birlikte uyuyacaksınız.”

kamyon kapıya yanaşınca -ki sonradan o kamyonlardan çok yanaştı bu kapıya- iki küçük kız iniyor. saçları beline kadar uzun, örgülü. simsiyah gözler, kaşlar…kardeşiz biz, ayrı dünyaların kardeşi.

pamuk ve figen…

filiz ve pamuk aynı yaşlarda. hemen seviyorlar birbirlerini.
pamuk'un küçük kardeşi figen. asi, yanaştırmıyor kimseyi yanına.

başka dillerde konuşup anlaşıyoruz. çocuklar anlaşır. bak diyorum “bu benim yatağım, birlikte uyuyacağız.”  ne söylediğimi anlamasa da mutlu bakıyor yüzüme. çocukluğun dili yok. mutluluk aynı bütün dillerde.

bu koca apartman dikilirken, binyüzyetmişaltı sokak numara ondokuz'a kocaman bir aileydik biz, hep sokakta.
çocukluk heyecanlı, bitmeyecek sanki bu heyecan.
uyuyor, uyanıyoruz. figen türkçe öğreniyor. figen’in pembe lastik çizmeleri, köyden geldiğinden beri ayağında. çiçekler dikiliyor vita yağ tenekelerine. şimdi asla.

ilkokulda aynı yolu yürüyoruz. sessiz,sakin ve defalarca.
okul dediğim çamurlu han ha…koca bir yokuşun ardında. biz her sabah, güneşle birlikte tırmanıyoruz.

figen okulu sevmedi. sevmek için bir sebep de yoktu ya, o hiç sevmedi.
pamuk için ortaokuldan sonra “yeter” denildi. hep denir.
kursağında kalanlarla her sabah pencereden, biz okula giderken…
bize hiç yetmedi.

numara ondokuz'da her yeni gün, diğerinin aynısını yaşattılar onlara…
hayırlı kısmet gelir dayanır nasıl olsa kapıya.

filiz ve ben başka başka sokaklara koşarken, pamuk ve figen yalnızlıklarıyla oturdular. bekletildikler. hayırlısını…

welekor’daki kanlı davalardan kaçıp geldikleri günün akşamında, yer yataklarını serip gülüşerek uyuduğumuz o gecenin anması 15 yıl sonra…
bir kına gecesi… filiz, pamuk, figen ve ben elimize kına yakarken “ee sıra kimde…”
figen gülüyor. sıra figen’de.
dördümüz o gece, bütün hatıraları bir bir…
düğünde, biz yine el ele. figen diyor; “kori bir öğrenemedin halay çekmeyi.”  ben ona dair, hiçbir şeyi…

figen diyor ki; “daha çok görüşelim” heyecanla. türkçesi şahane.
bu kez ben ona yanaşıyorum, “ne konuşuyorlar?”  figen anlatıyor, öğrenemediğim “kayıp dili.”

bugün, binyüzyetmişaltı sokak'ta her şey asimile. biz de.

* * *

vakitsiz telefondan hayır gelmez öğrendim bir vakit önce.
telefonda yine babam, bildik o tonla;
“ülkü, bir şey söyleyeceğim”
anlıyorum iyi haber yok. şehrin ortasından kaydığımı hissediyorum.
koşarak, o güneşli sabaha, o gülüşmeli geceye, düğünde karşılıklı oynadığımız figen’e gitmek istiyorum.

elini tutup, “bak burada uyuyacağız” demek istiyorum.
figen yok.
soğuk bir sahile çarpıyor bedeni.
nişanına bir gün kala.
figen yok.
kardeşim, soğuk sularda. gözleri açık.

* * *

27 yaşında bu kadere layık görülen figen, öldürülen yüzlerce kadından sadece biri. 
yıllarca beklediği, kendini ertelediği, ötelediği o “hayırlı” gün gelip çatmışken, dilediği mutluluğa saatler kalmışken, bu sokak'tan kaçırılıyor.
bu ülkede sokak yok.

figen bir hafta sonra, parmağında hala duran söz yüzüğüyle bir sahilde… kadına ölmek kolay. onun için hayırlısı yok.
gözleri açık, hoşçakalın diyor; hayata, ailesine, sevdiğine… bir katilin kollarında.

şimdi bilmediğim bir dilde yakılan ağıt, figen’e… hep kulağımda.
pepuk, pepuk…

yirmialtı mart ikibinonbir’de,
binyüzyetmişaltı sokak çocukluğumuzdaki gibi değil.
figen yok. kadınlar ölebilir.

ve biz, kardeşimin katilleriyle aynı dünyada, utanmadan yaşamaya devam ediyoruz.
nefes alabiliyoruz, yürüyoruz, konuşuyoruz. alışınca gülebiliyoruz bile. kimileri sevişebiliyor hala. figen’e belki de defalarca…

bir pepuk kuşu, onun mezarı başında. katil kim? pepuk, söylüyor bize.
duyabiliyor muyuz?

ü.
yirmibirinciyüzyıl.

.......................................................................................

binyüzyetmişaltı sokak numara 19.

çok apartman dikilmediği vakitlerde bu sokaklara, yakar top oynarken herkes inerdi evinden. fatih ve zahide 'daye' diye bağırırdı. biz 'anne' derdik. 'biraz daha oynayalım, lütfen'

zahide'nin adı bir türküden, adını hiç sevmezdi.
şimdi, yaprakları baharda bile açmayan 'ağaçlı bahçe', şeftali ve elmalarla doluydu. çok şeftali, elma kavgası yaptık. erik için hiç tartıştığımızı hatırlamıyorum. o koca erik ağacının bir tek erik verdiğine şahit olmadım.
o zamanlar oturduğumuz bodrum katındaki pencereden baktığımda, gördüğüm sarkan meyveler dışında bir tek gökyüzü.
filiz ve ben bol yedik meyvelerden. oğuz da ucundan. aşısı yapılmıyor ağaçların. çocuklar halen var ama plesteyşın oynuyorlar.
bahçeye gömdüğüm kuş, tanık olduğum ilk ölmek. bir de doğduktan kısa bir süre, kucağından alındıktan hemen sonra gördüğüm ama hatırlamadığım, çok ağladığım babaannem var. anlatırlar, 'öyle bir ağlıyordun ki, senin sesinle odaya geldik ve öldüğünü gördük.'
babam başını pencerenin pervazına vuruyormuş ağlarken. babam, en çok annesi öldüğünde böyle ağlamıştır bence. halbuki babam da benim gibi ağlamaktan gocunmaz. ama en çok o zaman.
o kuşu gömdüğüm yeri şimdi gitsem bulurum. gömdüğümden beri bahçenin o yanına ayak basmadım. sevmezdim de kuşları. sığırcıklar güzel uçuyor ama bulut fotoğrafçılığı gibi birşey kuş izlemek. romantik. romantizm seksist birşeydi hep. sevmesen daha iyiydi.
büyük amcamın oğlu kamuran, bahçenin kömürlüğe bakan tarafında pusuya yatıp, sapanla kuşları vurunca düşündüğümü hatırlıyorum. belki sevebilirdim. kamuran'a muhalif olmak duygusuyla.
şu kamuran hiç gülmeyen bir çocuktu. çocuk değil bir adamdı. küçük, suratsız ve sevgisiz bir adam.
fatiha suresini, kuzenim fatih'e yazıldı sanmıştım. kıskanırdım. fatih'le aynı gün doğduk. birlikte büyüdük. bizi birlikte yıkarlardı. sonra daye, eşbabiye yapardı.
kuru kayısıyları güzelce kaynatır sonra suyunu çekmesini beklerdi. bir tabağa ekmek doğrayıp suyuyla birlikte kayısıyı üstüne döker ve tavada kızdırılmış yağı üstünde gezdirip, afiyetle...
canım çok istiyor.
filiz ve ben en çok piknik yapmayı severdik. oğuz gelmese de olurdu bana göre ama illa gelecek. 'çocuğa dikkat edin' deyince annem 'sanki biz çocuk değiliz' diye içimden.
elini bırakmazdım. oynayamazdım da gönlümce ama olsun. filiz de aynı böyle hissetmişti zamanında. o beyzbol oynarken paçasına yapışıp 'lütfen çelik çomak oynayalım. ne anlıyorsun bundan?' derken muhtemelen.
evin hemen arkasından dere akıyordu o zaman. şimdi üstünde apartmanlar. o dereden geçerken filiz'in elinde tepsi, o tepeye tırmanmak gözünde büyürdü. eteğinde iki çocuk. kalabalıktık aslında. herkes abla, ablaların kardeşleri yanındaydı ama annem bize 'gözünüzü bir birinizden ayırmayın.'
tepe. hepimiz biliyorduk bunun anlamını. oturduğumuz mahalleye 'tepe'den bakmaktı bizim için. 'hadi tepeye...'
apartmanlar orada da yoktu o zaman. şimdi her yerde. o büyük bahçeli evin önündeki çitin hemen altına. büyük ağacı hatırlar filiz. altı düzlük. tepsiyi oraya koyardı. 'üstünü bezle ört' derdi anne ama filiz başından ayrılmazdı.
yemek yerdik. piknikte illaki ıspanak olmazdı zaten annem her yemeği güzel yapar. oğuz hep daha çok yerdi. yesin'di. ama bu böyle. şimdi de. biz filiz'le izlerdik. sonra uyuduğumuzu hatırlıyorum.
geçen gece rüyama girdi orada uyumak. ondan geldik buralara zaten.
o uyku. allahım öyle güzeldi ki. belki 10-15 çocuktuk, yan yana dizili. yemekten sonra, öğle uykusu. ilk uyanan hepimizi uyandıracak. annelerin, 'üzerine oturun' diye verdiği bezleri çimlere güzelce açar, sırayla içine uzanırdık. uzananı beze sarar, ardından bezin ucundan tutarak aşağı doğru yuvarlamaca. 'hadi yuvarlanmaca oynayalım abla'
annem derdi, 'üstünüzü batırmayın'
anneler hep der. babalar hep uzakta, çok çalışıyor. bizim için ama.
öyle güzel yuvarlanırdık ki metrelerce aşağı. fatih'le ben aynı beze sarılırdık. ayağı kafama çarpmıştı bi keresinde. bir de bisiklete binmeyi öğrenemeyişim onun yüzünden bence. sokakta, onun bisikletinin altında kaldım hep. bir gece saklambaç oynarken de kedi fatih'in üstüne atlayıp, tırmalamıştı pek fena. çok gülmüştüm. ohh diye içimden.
bir fotoğrafım var. bisikletin üstünde. arkamda gazi mahallesi. sırtımda.
hiç apartman yok. siren sesleri de.
ambulans ve siren sesleri çoğalınca, hadi yatın çocuklar. yarın okul var.
okulda birsen. annesini polis başından yaraladı. komadaydı. öldü.
binyüzyetmişaltı sokak numara 19'da.
ilkokulun adı çamurlu han olur mu hiç?

ü.
................................................................................................................

Yirmi 1 Haziran Bin9yüzseksen7


21 Haziran 1987 saat 11.25 "yüzyılın seli" var istanbul'da, şehir yıkılmakta :)
Güzel annesini hiç yormadan doğdu ülkü... gerekli sıkıntıyı yaşadığı süre boyunca vereceği için, doğumu rahat olmuştu. O gün de bir babalar günüydü. Babasının en komik hediyesi oldu.
Yetmedi, bi de lanet bir ikizler burcu oldu. Bir gün daha geçse de paçayı kurtarsaymış diye ömrü boyunca diledi. Hala bi değişiklik yok.
Hiç denecek kadar az anne sütü içti. zaten alerjik bir bebekti. sütün dışında hiç birşey tüketmedi uzun bir süre. geceleri marketlerin açık olmadığı bir dönemde, hala anlatılan bir süt krizine girip, babasıyla birlikte kadıköy'ün bütün marketlerini gezdi. ve sütünü bulup eve dönerken babasının kucağında " ohh ya sütümüzü buldukk ohh ya" diyerek ilk bestesini yaptı. henüz 2 yaşındaydı. mozart da kimmiş :)
ablasının onu hatırladığı en eski hali, yine aynı döneme denk geliyor. ülkü sütünü alır, yastıgını yere koyar, uzanır ve sütünü bir dikişte içip, biberonu havaya salladıktan sonra dönüp kıçını yatardı.
sokakta yalınayak ve kilotla gezmesiyle ünlü bi çocuktu. (bkz. yakın geçmiş albümü)
asla uzun süre giyinik kalamazdı, şimdi de pek bişey değişmiş değil :)
evcilik oynamaktan sıkılır, beyzbol oynayan ablasının paçasına yapışırdı.
ama çelik çomak en favori oyunuydu.
kazların poposunu ısırması ve merdivenlerden tepe üstü düşmesini saymaz isek hiçbir ölüm tehlikesi atlatmadı. ablasının elini hiç bırakmadı.

gelelim en önemli konuya; annesinin ülkü'nün hayatıyla oynadığını biliyor muydunuz ?
ona oyuncak bir fotoğraf makinesi aldı... ülkü kırdı. bi daha aldı.
ülkü yine kırdı.... başka rengini aldı. kırdı ama anne yine aldı.
zamanla kırma işini çok seven ülkü, işi geliştirip dedesinin TLR makinesinin içindeki ayna perde ilişkisine anlam veremediğinden (TLR'de ki ayna perde paralaks durumu hala kafasını karıştırıyor) onu da kırdı. ama sonra hepsını toparladı :))

sağ dirseğindeki yarayı bildiniz mi? heh o da ilk aşk hatırası.
bırak dimi sen dişisin, senin görevin değil el uzatmak.
yüksek bir duvara önce ülkü tırmandı, ardından elini uzattıgı genç adamla bırlıkte havada uçup yere düştü. alnı kanayıp, sağ dirseği yarıldığında farkında bile değildi. aşıkken salaklaşıyor bildiğiniz üzre :))

okumayı 5 yaşında söktü. yakasına kurdela takılmayınca sene sonunda öğretmeniyle görüşmeye giden annesi, "kızınız okuyamıyor" diyen öğretmeni kahkahalarla cevapladı. bir kitap çıkarttıp okutturdu. utandırdı.
ilkokul anıları hiç parlak olmadı, siyasi tanıklığı o zamana tekabül ediyor.
hatırladığı ilk ecevit kuşu, ilkokul 1. sınıftaki hocasının masasının uzerınde duran broşür ve pankartlardan.
saçlarını hep isteyerek ördürdü. hiç sıkılmadı.
okula gelen fotoğrafçıya pis pis sırıttığı günü hatırlıyor hala.
kendiyle başbaşa bir çocuktu. kız arkadaşları olmadı.
olunca da hayrını görmedi.

annesinin yaptığı şekerparenin fındıklarını yemek en büyük zevkiydi, hala tırtıklamaya bayılır. kek kremasına hasta olur. bir keresinde ablasıyla birlikte elektriklerin kesildiği bir gece yarısı mutfak tezgahı üzerindeki bütün tabak çanağı yanlışlıkla kırıp çok ağlamışlardı. en yakın anneler gununde babasının da işbirliğiyle telafi edildi.

ve bir gün kardeşi doğdu.
bu siyah ve minik şey dogdugu gun babasına kardeşi için kayısı ve kiraz aldırıp yiyemeyeceği söylendiğinde kendi yedi. böylece en büyük formülü bulmuş oldu.
kardeşi bahane et :)
o gece "kıskanç bir kadınım ben" dedi ve babasıyla uyudu.
bebek minikti, sonra giderek büyüdü. giderek daha da büyüdü.
şimdi, kardeşi tarafından pigmelikle itham ediliyor.
onun bütün ütüsünü yapıyor. "ablaaa açım ben yaa" dediğinde doyuruyor.
kardeşi, ülkü gibi değildi, çok ölümden döndü. ülkü tarafından kirpikleri yolunmaya çalışıldı, poposu cimciklendi, ağza parmak sokup bekletme işlemleri uygulandı. ıııı olmadı.
artık yapabildiği tek şey, boyuna yetişebildiği kadar sakallarını yolma, saçını bozma. ne yazık ki !

gerisi pek de mühim değil aslında... eğlenceli kısmı bitti.
hatırlamadığı, hatırlayıp yazmadığı bir dolu şey var.
hayatının en dolu dönemi olduğuna inanıyor.
artık sermayeden yiyor.

"söz konusu çocukluğuysa, gerisi teferruattır" diye düşünüyor.

annesini
babasını
ablasını
kardeşini çoook seviyor...
birgün onlara adayacağı birşeyi olması en büyük arzusu.

sevgiler
ülkühan zekioğlu '09
doğduğu evden bildiriyor :))

Hiç yorum yok: