13 Haziran 2008

ÇADIRLAR BİZİM...




































"Çadırlar Bizim..."

GÖÇMEN HAYATLAR

Seçim zamanları Roman vatandaşlarımız olan, İstanbul’da Sulukule’nin sırtlarında, Ankara’nın uzak mahallelerinde, Çanakkale’nin Fevzi Paşa’sında gördüğümüz; bizleri eğlendiren güldüren filmlere konu olan ÇİNGENELER onlar...

Bizim konuklarımızın hikâyeleri bir asır önce başladı… Selanik’te… Bizans toprağı mı dersiniz, Osmanlı mı? Bilemeyiz, ama onlar ne olduklarını, kimliklerini hala koruyan Romanlar.

Roman olacak hikayeleri, şen kahkahaları, çadırları, kömür ateşinde bir kalaysız bakır tencerede pişen yemekleri, akşamın kızıllığında içilen içkileriyle, bizden uzak ama bir o kadar da bizden birileri.

Selanik’ten Balıkesir/Edremit’e uzanan bir yolculukta yerleşik hayatla bir türlü barışamayarak ekmek parası için çıkılan bir mecrada tanıdık onları… Birbirleriyle akraba dört aileden oluşan ve kış aylarında hurdacılıkla uğraşan 30 kişi var bizim hikâyemizde…
Aynı tencereden yenen, hijyenden uzak ama leziz yemekleriyle, kir pas içerisindeki, çıplak ayaklı çocuklarıyla uzak bir masal gibi.

Çadırlara doğru yürürken bizi Yılmaz Demirci karşıladı. Dört aile olmasına rağmen en çok sözü dinlenen o. “Herkesin kendi kamyonu var. İşe birlikte çıkılsa da herkesin kasası ayrı” diyor Yılmaz Abi. Her sabah erkekler hurdaya çıkıyorlar, gün boyu topladıkları hurdaları akşamüzeri getirip parçalıyor sonra satmaya götürüyorlar. Herkes herkese yardım ediyor ama herkesin aşı ayrı.

En çok korktukları şey ise isimlerinin kirlenmesi, haklarında kötü düşünülmesi. “Alnımızın teriyle yaparız biz işimizi” diyor Demir. “Bizde pis işler yoktur sakın gazetelere vermeyin bizi.”
Edremit’teki evlerinin fotoğraflarını gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlık daha da büyük oldu. Çünkü kurulu bir düzenlerinin olduğu fotoğraflar vardı elimizde. Peki, nedendi bu yolculuk? Onları anlamaya çalıştık, birlikte geçirdiğimiz günlerde her şeye gülerek bakabilmelerine de…

17 yaşında bir kızın 3 aylık hamile oluşunu… 21 yaşındaki Güzel’in yaşıtı olan bizler fotoğraflarını çekerken o iki çocuğu ve karnındaki bebeğiyle yoldan gelecek kocasını bekleyişini… 26 yaşındaki Ayfer’in 10 yıllık evliliğini ve Ferdi’ye veremediği çocuğun hırçınlığıyla herkesten biraz daha uzak duruşunu… 15 yaşındaki Banu ve Serpil’in kendi deyimleriyle manitalarına kavuşacakları günü beklemelerini…

Kızların en büyük pişmanlığı okuyamamış olmak. Erkekler kendilerine yetecek, hesabı götürecek kadar biliyor okuma yazmayı. Sadece biri memlekette kalıp okula gidiyormuş. Dört büyük aileden yalnızca bir kız çocuğu…

Çadırların arkasında banyo yapıyorlar, taşıma sularıyla. Çamaşırlarını yıkıyor sonra tozlu tel örtülerin üzerine atıyorlar. Boş vermişlik mi rahatlık mı anlayamıyoruz. Çeşmeden su taşıyor kızlar. Yolda konuşurken, Banu en çok askerdeki sevgilisini anlatıyor. Sonra Vedat geliyor yanımıza, sıra onların sorularında. Neden fotoğraflarını çekiyoruz acaba? Merak ediyorlar, bizim dünyamızı soruyorlar…

Vedat başlıyor Serpil’e takılmaya, “Seni ben alacağım, baban seni bana verir” diyor. Ama Serpil’in sevdiği var, “Sana varmam ben” diyor, gülüşüyoruz. Vedat’ta okumak istermiş hep. İlkokula kadar gitmiş, “Kendimce yazar, çizerim” diyor ve güzel şiirlerini gösteriyor çeşmeden döndükten sonra, çadırında.

Yılmaz Abi’nin dört çocuğu var. Eşi Nermin Teyze önce bize uzak davranıyor, istemiyor. Ama sonra belki de en çok o seviyor bizi. Beş çocuğu varmış, birisi ölmüş. Torunlarına Nermin Teyze bakıyor. Diğer üç çocuğu da evli. Bir tek derdi var Nermin Teyze’nin, 21 yaşındaki Selami’yi evlendirmek. Çünkü Selami, yani Deli Kaptan, kapıda kalmış onların deyimiyle. Evde kalmış yani. Çok çabuk sinirleniyor Selami. “Kimse almaz seni Deli Kaptan! Kaldın kapıda” diye bağırıyor ardından Kika. Gülerek bakıyorlar hayata…

Kendi aralarında Romence konuşuyor, dillerini de koruyorlar. Arada bakışmalardan anlıyoruz ki bizim hakkımızda konuşuyorlar. Bu davetsiz misafirler hakkında…
Sonra diyoruz ki bize de öğretin birkaç kelime. Nasılsın, iyi misinden sonra Me Tutmanga’yı öğreniyoruz… Seni Seviyorum… Onlar bizi, biz onları seviyoruz.

Çanakkale’den geçip giderken bu yolculukta son duraklarının Keşan olacağını söylüyorlar. Yanlarından ayrılırken, dönüşlerinde bir daha buluşmak için sözleşiyoruz. Ardımızdan el sallıyorlar…

Kika’nın sözleri belki de her şeyi açıklıyordu. “Biz buraları da, böyle yaşamayı da seviyoruz. Çadırlar bizim…”

Fotoğraflar: Ülkühan ZEKİOĞLU
Yazı: Melis MERTOL