27 Haziran 2010

fernando botero, ne janti abimizsin sen!

Son zamanlarda bırak kendime zaman ayırmayı, üzerime vazife hiçbir işi doğru dürüst beceremiyorum. Malum yaz geldi, tatil arzum tavan yaptı. Kafamın içindeki gürültü kendiliğinden kontağı kapatınca içimde çığlık çığlığa bağıran kızı duydum...
Dedi ki, "Ne utanmazsın gitmedin hala Botero'ya. Adam kalk sen taa İtalya'lardan o koca göbekli tablolarını taşı İstanbul'lara. Sen, iki adım atıp da salıveremiyorsun kendini Odakule'den aşağıya..."
Hı hı. Dedi bunu. Kafama kafama vurdu.
Dedim en sevgili arkadaşım Melda, gidecez yani yolu yok.
Bu pazar Botero hazretleri bizi kabul etti...

Adam için diyorlar ki, 21. yüzyılın en merak uyandıran sanatçısı. Yahu bu yüzyılda hala merak uyandırıcı nedir, ne değildir çözemedik ona üzülüyorum. Güzelim Bihter, kendini öldürecek mi Behlül'ü için? Yoksa sevenler kavuşacak mı? Sokak bunu merak ediyor. Ne demekmiş ki, Botero merak uyandırıyor? Saçma.
Merakla ilgim yoktu. Ben bilakis, bilerek gittim. Hiç de "Ohaa Botero! Ne yapmışın baba ya" demedim. Ohaa dediğim yerler oldu ama o popoya da oha denir yani...
64 parça eser Pera'da, 3 katta sergileniyor. Özellikle Latin Amerika yerel kültürünün aktarıldığı eserler beni benden aldı billa. Sirk, akrobatlar, matadorlar ve dans eden çıplaklar sayesinde, hiç bilmediğim, daha önce hayal etmediğim, hatta filmlerde bile görmediğim şeylere tanık oldum.
Heyecanlandım apaçık...
Zaten Botero, mizah duygusu tavan yapmış, pek janti bir abimizdir. Kendine özgü bir dili olduğu ortada. Küçük yaşta başlıyor macerası. Büyük adam olup memleketine döndüğünde diyorlar ki, "E be Fernando, çiziyorsun şişko şişko karıları. Ne derdin var, icat çıkarma başımıza. Sonra olacak bizim gacılar na böyle görecez günümüzü." Böyle bi çileden çıkarıyorlar Boteromuzu.
"Ahh bre dostlar" diyor;
"Hayır, şişman insanların resmini yapmıyorum! Biçem açısından amacım boyutları genişletmek. Böylece daha fazla renk kullanımını mümkün kılacak şekilde alanı artırabiliyor ve dile getirmek istediğim biçim duygusallığını, zenginliğini ve dolgunluğunu daha iyi aktarabiliyorum."
Yav diyorlar Fernando, "Sen çok değiştin. İki lafı bir araya getirip, derdini diyemiyon beya. Gittin Avrupalara, köyünü, yuvanı, bizleri unuttun. Büyük adam olmuşsun ama insan olamamışsın..." falan filan.
Boterocum zaten kimseye yaranamadı yıllardır. Avrupalara gitti, "Sen latinsin, Kolombiyalı'sın" dediler. Memlekete gitti "Sen evropalı olmuşun" dediler. Napsın kuzum o da kendini kavuna, karpuza, kemana vurdu. Ölüdoğa serisinin içinde bi büyük Yeni Rakı'yı aradı durdu gözlerim.


İki lafın belini kıracaz diye Botero'nun hakkını yiyecek değiliz. Allahı var, yapmış herif. Çok beğendim. En çok da, Sırık Ayaklar Üzerinde Palyaçolar'ı beğendim. Sonra, Rafael de dahil olmak üzere "... ardından" diyerek resmettiği, resmederken de muhtemelen 'Şimdi uzaklardasın gönül hicranla dolu' suzinak makamında musiki eseri seslendirdiği tablolara neredeyse aşık oldum. Sığsalar kucağıma alıp eve getiricem. O kadar. Renklerine ayrıca bi bayıldım. Zaten kendisi de, cisimleri daha büyük resmettiğinde daha zevkle boyadığını, renklerini daha doygun verebildiğini dile getiriyor. Boya anacım, büyük boya. O karpuzun, o minicik kiraz küpelerin, o dolgun popoların rengini güzel boya da naparsan yap...
Bi sürüsünün önünde, şebek fotoğraflar çekinmiş, çekinirken de tablonun içeriğine uygun doğaçlama pozlar vermiş olabiliriz. O bizim edepsizliğimiz. Ama eminim Fernando yanımızda olsa o da çok eğlenirdi.
Kendisini bilare İstanbul'a bekliyoruz. Soracağım çok soru var. Ama hazırlansın diye şimdiden bir ip ucu. "Erkek adam öyle ayakkabı giyer mi ya?"

p.s
Fernando Botero abicim, darılmaca alınmaca yok. Senin o güzel eserlerinin bütününü fotoğraflarken senin de dediğin gibi fark ettim ki, "gerçeği fotoğraflamanın, resmetmenin, bestelemenin hiiç bi manası yok." Ondan kelli, bendeniz seninkilerden kendime özel ayrıntılar çekiverdim. Kendimde saklıyorum. Gün olur karşılaşırsak seninle paylaşacağımdan şüphen olmasın...

ülkühan zekioğlu
haziran 2010

25 Haziran 2010

cumalar ...

yine vakit sabah
dünya bildiğimiz dünya işte
kutuplarda karlar eriyor,
bağdat’ta kanlar saçılıyor
çünkü down jones böyle istiyor
çünkü dünyanın bütün robinson’ları
korkuyorlar dünyanın bütün cuma’larından
çünkü robinsonlarda para bok
cumalarda ekmek alacak para yok
cuma’nın küçük adasında robinson’a yer çok
fakat robinsonların ülkesinde
cumalara yer yok
çünkü cumalar esmer
çünkü cumalar çekik gözlü
çünkü cumalar latin
çünkü cumalar fakir
çünkü medeniyet’e giriş dersindeki ilk madde:
zengin olmak istiyorsan fakirlerden nefret etmelisin!
varsın, nefret güneş kadar büyüsün ve kavursun dünyayı!
onlar cumalardan nefret ettikçe
cumalar onlara posta koyuyor...

murat zelan
http://www.afilifilintalar.com/index.php/yazar/mzelan

27 Mayıs 2010

ÇÖPÜNÜ DE AL GİT!

PİKNİK DEĞİL ZULÜM!

Diyoruz ki; küresel sorunsallar artıyor, dünya iklimi değişiyor, sular hem kirleniyor hem azalıyor, balıkların nesli tükeniyor, ağaçlar kesiliyor, yerini binalar alıyor...

Mevsimler değişiyor, dengesizleşiyor, hayatımıza ‘çok yağmurlar’ diye tanımlar giriyor; yaz iken kış, kış iken yaz yaşanıyor...

Yukarıda ki her şey insan marifetiyle gerçekleşiyor.

Ve yine insan kahrediyor tüm bunlara. “Ah’larla Vah’larla”, “Dünyamız tükeniyor”larla...

Öyleyse “Dur” deyin!

Ses verin, destek verin, yok etmeyin, çok tüketmeyin, israf etmeyin, ağaç kesmeyin, suları kirletmeyin...


RAHATSIZ DEĞİL MİSİNİZ?

Yazın gelmesiyle mesire yerlerine, ormanlara, az sayıda kalan ağaç gölgelerine oturup bir güzel mangalınızı yaktınız. Bir yandan salıncağınızı astınız ağaç kollarına, bir yandan karpuz kabuğunu suya düşürdünüz.

Yediniz, içtiniz, oynadınız, güldünüz, ettiniz de bir şeyleri unutmuş olabilir misiniz acaba?

Yaktığınız mangal ateşinin dumanıyla doğayı zehirlemiş, mangal ateşini toprağa dökmüş, ip atlayıp top koştururken çiçekleri ezmiş ve evet en önemlisi doğaya terk ettiğiniz çöplerle felaketimizi körüklemiş olabilir misiniz?

O çöplerin birçoğu plastik ambalaj ve poşetlerden oluşuyor.

Eminim ki, çoğunuz plastiğin doğada yok olmadığını biliyorsunuz. Öyleyse, ne oluyor bu çöpler?

Piknik komşunuz sizin yerinize çöplerinizi mi topluyor?

Hayır.

Toprağın canına okuyor.

Özellikle görünmesin diye ağaç diplerine bıraktığınız o çöpler var ya, ağaçlarımızın hayat damarlarını koparıyor. Etmeyin!

Usulüne uygun, temiz ve tıpkı evinizdeki gibi özenle eğlenin.

Vicdanı olan herkesin utanmasını ve kendisi için güzel bir an yaşarken, doğayı karanlığa terk etmemesini diliyorum...


ü.z

yirmi7 mayıs 2bin10


21 Mayıs 2010

Liberty is our Right/Train is Freedom

http://viiphoto.ning.com/photo/albums/liberty-is-our-righttrain-is

In 2008, Hürriyet’s 60th anniversary coincided with the 60th anniversary of Universal Declaration of Human Rights by United Nations; so Hürriyet decided to have “human rights” as the main theme of its anniversary celebrations.

In order to remind people of the concept of rights and inform them on how to use their rights, Hürriyet formed a partnership with Turkish State Railways, which produced the “Liberty is Our Right/Train is Freedom” project. The Hürriyet-Liberty Train was to visit 45 cities and towns of Turkey along the railroad track.

Composed of 13 cars, this 340 meter-long Hürriyet-Liberty Train’s journey started on July 1st, 2008 from Kars and ended in Edirne within 45 days. The Turkish State Railways was the project partner; and parties from the public sector, private sector and civil society such as the Amnesty International took part, as well.

The Hürriyet-Liberty Train team, while explaining the concept of rights to the people they met and informing them on their rights, they also made those people’s voices heard on human rights issues through newspapers.

The train was welcomed by festive crowds; local officials and NGO members visited the train and contributed their views and opinions.

The program was designed to include Akbank Children Theater’s “Tale in a Tale” play and workshops for children, the Hürriyet exhibiton showing the newspaper’s history under the scope of human rights, and rock bands concerts.

The team of Hürriyet’s “No To Domestic Violence!” campaign organized seminars on how to fight against violence, and prepared a report on violence and human rights for every city. Konda Research Company conducted a survey on female city dwellers’ perception of rights.

The journey was photographed from all angles by the faculty members and students of Mimar Sinan Fine Arts University Department of Photography, and was filmed by a documentary team.

The memoirs of the train team, the survey results, the photo album and the train documentary will be made public to spread this campaign’s influence more. The newspaper plans to continue the journey in 2009 with even a richer context.

Ülkühan ZEKİOĞLU
2008

13 Haziran 2008

ÇADIRLAR BİZİM...




































"Çadırlar Bizim..."

GÖÇMEN HAYATLAR

Seçim zamanları Roman vatandaşlarımız olan, İstanbul’da Sulukule’nin sırtlarında, Ankara’nın uzak mahallelerinde, Çanakkale’nin Fevzi Paşa’sında gördüğümüz; bizleri eğlendiren güldüren filmlere konu olan ÇİNGENELER onlar...

Bizim konuklarımızın hikâyeleri bir asır önce başladı… Selanik’te… Bizans toprağı mı dersiniz, Osmanlı mı? Bilemeyiz, ama onlar ne olduklarını, kimliklerini hala koruyan Romanlar.

Roman olacak hikayeleri, şen kahkahaları, çadırları, kömür ateşinde bir kalaysız bakır tencerede pişen yemekleri, akşamın kızıllığında içilen içkileriyle, bizden uzak ama bir o kadar da bizden birileri.

Selanik’ten Balıkesir/Edremit’e uzanan bir yolculukta yerleşik hayatla bir türlü barışamayarak ekmek parası için çıkılan bir mecrada tanıdık onları… Birbirleriyle akraba dört aileden oluşan ve kış aylarında hurdacılıkla uğraşan 30 kişi var bizim hikâyemizde…
Aynı tencereden yenen, hijyenden uzak ama leziz yemekleriyle, kir pas içerisindeki, çıplak ayaklı çocuklarıyla uzak bir masal gibi.

Çadırlara doğru yürürken bizi Yılmaz Demirci karşıladı. Dört aile olmasına rağmen en çok sözü dinlenen o. “Herkesin kendi kamyonu var. İşe birlikte çıkılsa da herkesin kasası ayrı” diyor Yılmaz Abi. Her sabah erkekler hurdaya çıkıyorlar, gün boyu topladıkları hurdaları akşamüzeri getirip parçalıyor sonra satmaya götürüyorlar. Herkes herkese yardım ediyor ama herkesin aşı ayrı.

En çok korktukları şey ise isimlerinin kirlenmesi, haklarında kötü düşünülmesi. “Alnımızın teriyle yaparız biz işimizi” diyor Demir. “Bizde pis işler yoktur sakın gazetelere vermeyin bizi.”
Edremit’teki evlerinin fotoğraflarını gördüğümüzde yaşadığımız şaşkınlık daha da büyük oldu. Çünkü kurulu bir düzenlerinin olduğu fotoğraflar vardı elimizde. Peki, nedendi bu yolculuk? Onları anlamaya çalıştık, birlikte geçirdiğimiz günlerde her şeye gülerek bakabilmelerine de…

17 yaşında bir kızın 3 aylık hamile oluşunu… 21 yaşındaki Güzel’in yaşıtı olan bizler fotoğraflarını çekerken o iki çocuğu ve karnındaki bebeğiyle yoldan gelecek kocasını bekleyişini… 26 yaşındaki Ayfer’in 10 yıllık evliliğini ve Ferdi’ye veremediği çocuğun hırçınlığıyla herkesten biraz daha uzak duruşunu… 15 yaşındaki Banu ve Serpil’in kendi deyimleriyle manitalarına kavuşacakları günü beklemelerini…

Kızların en büyük pişmanlığı okuyamamış olmak. Erkekler kendilerine yetecek, hesabı götürecek kadar biliyor okuma yazmayı. Sadece biri memlekette kalıp okula gidiyormuş. Dört büyük aileden yalnızca bir kız çocuğu…

Çadırların arkasında banyo yapıyorlar, taşıma sularıyla. Çamaşırlarını yıkıyor sonra tozlu tel örtülerin üzerine atıyorlar. Boş vermişlik mi rahatlık mı anlayamıyoruz. Çeşmeden su taşıyor kızlar. Yolda konuşurken, Banu en çok askerdeki sevgilisini anlatıyor. Sonra Vedat geliyor yanımıza, sıra onların sorularında. Neden fotoğraflarını çekiyoruz acaba? Merak ediyorlar, bizim dünyamızı soruyorlar…

Vedat başlıyor Serpil’e takılmaya, “Seni ben alacağım, baban seni bana verir” diyor. Ama Serpil’in sevdiği var, “Sana varmam ben” diyor, gülüşüyoruz. Vedat’ta okumak istermiş hep. İlkokula kadar gitmiş, “Kendimce yazar, çizerim” diyor ve güzel şiirlerini gösteriyor çeşmeden döndükten sonra, çadırında.

Yılmaz Abi’nin dört çocuğu var. Eşi Nermin Teyze önce bize uzak davranıyor, istemiyor. Ama sonra belki de en çok o seviyor bizi. Beş çocuğu varmış, birisi ölmüş. Torunlarına Nermin Teyze bakıyor. Diğer üç çocuğu da evli. Bir tek derdi var Nermin Teyze’nin, 21 yaşındaki Selami’yi evlendirmek. Çünkü Selami, yani Deli Kaptan, kapıda kalmış onların deyimiyle. Evde kalmış yani. Çok çabuk sinirleniyor Selami. “Kimse almaz seni Deli Kaptan! Kaldın kapıda” diye bağırıyor ardından Kika. Gülerek bakıyorlar hayata…

Kendi aralarında Romence konuşuyor, dillerini de koruyorlar. Arada bakışmalardan anlıyoruz ki bizim hakkımızda konuşuyorlar. Bu davetsiz misafirler hakkında…
Sonra diyoruz ki bize de öğretin birkaç kelime. Nasılsın, iyi misinden sonra Me Tutmanga’yı öğreniyoruz… Seni Seviyorum… Onlar bizi, biz onları seviyoruz.

Çanakkale’den geçip giderken bu yolculukta son duraklarının Keşan olacağını söylüyorlar. Yanlarından ayrılırken, dönüşlerinde bir daha buluşmak için sözleşiyoruz. Ardımızdan el sallıyorlar…

Kika’nın sözleri belki de her şeyi açıklıyordu. “Biz buraları da, böyle yaşamayı da seviyoruz. Çadırlar bizim…”

Fotoğraflar: Ülkühan ZEKİOĞLU
Yazı: Melis MERTOL